Özgül Emre, Ihsan Cibelik ve Serkan Küpeli Almanya Emperyalizmini Yargılamaya Devam Ediyorlar

Mayıs 2022'de Almanya'nın çeşitli şehirlerinde tutuklanıp yaklaşık bir senedir Duesseldorf Yüksek Eyalet Mahkemesi önünde 129b Yasalarında Yargılanan   Özgül Emre, İhsan Cibelik ve Serkan Küpeli'nin 28 Ekim 2024 tarihlinde mahkemeleri  görüldü.

Bir önceki duruşmada Özgül Emre'nin avukatı Ahues savunmasında Özgül Emre'nin Alevi kimliğine vurgu yaparak Alevilerin katliam ve direniş dolu tarihini anlattı. Özgül Emre'nin bu gelenekten beslenen, yüzyıllardır baskı ve zulüm görmüş ancak her daim direnmeyi seçmiş bir halkın evladı olduğunu, bu meşrulukla direndiğini ve devrimcilik yaptığını belirtti.

Bu duruşmada savunmasının ikinci bölümüne şu şekilde başladı; 'Tarihsel konularla giriş yaptık. Şimdi ise güncel davaya gelelim.

7 ve 8 Aralık 2023 tarihleri arasında Berlin mahkemesinde yapılan bir sempozyumda eski Yargıtay hakimi Prof. Dr. Eschebach ceza hukukundaki sorunlara dikkat çekti. Bunlardan birisi ise bilişsel uyumsuzluk olduğunu söyledi. Bunun ceza hukukunda büyük bir sorun olduğunu söyledi. Bu insani bir davranıştır çünkü her insan kendi tecrübelerine, bilgisine, duygularına dayanarak başka insanlar hakkında yargıya varır. Ancak bu yargı güçlü bir şekilde oluştuğunda, bu yargıya ters olan her türlü düşünce, her türlü bilgi reddedilir. Yani gerçeklere rağmen kendi doğrumuzda ısrar ederiz. İşte bu bilişsel uyumsuzluk Almanya yargıçlarında yaygın bir sorun ve adalete yönelik bir tehdit oluşturuyor. Prof. Dr. Eschebach yaygın yargıç pratiğinde var olan bir yabancılaştırma unsuru olduğunu söyledi.

Sanıklar hakkında hazırlanan dosyaları inceleyen yargıçlar, henüz mahkeme başlamadan önce bir yargıya varırlar. Bu algısal bozulma da bir temel beklentiye götürür. Bu da sistemin içindeki ön yargıyı oluşturur. Bu özellikle yıllarca aynı tarz davalarda hakemlik yapmış yargıçlarda yaygındır. Bizim dava gibi önemli politik davalar artık sadece önceden titizlikle hazırlanmış dosyaya yasal kılıf uydurup cezayı nasıl onaylarız çabasından ibarettir.

Bu dava boyunca tanık olarak getirilen federal polisler burada kendi izlenimlerini, gözlemlerini değil, üçüncü kişiler tarafından hazırlanan dosyalar hakkındaki yorumlarını anlattılar.

Başka bir sorun ise dijital delillerle ilgilidir. Buna çoğu kez dikkat çekmeye çalıştık. Delillerin sözde orjinalleri ve BKA'nın elindeki kopyalar arasındaki fark tespit edilemiyor. Bu somut bir gerçektir. Aslında bundan dolayı savunmamı burada sonlandırabilirim. Çünkü bizim dilekçelerimize verilen cevaplarda bahsı geçen delil değerlendirmesi değil bizim sorunumuz, sözde delilin kendisi sorunludur.

BKA polisi Seifner buraya tanık olarak geldi, ancak davayla ilgili tek bir şeye tanıklık yapamıyor. Sadece başkaları tarafından hazırlanan bir dosya hakkında konuşabiliyor. Bu tanıklık değildir.

Oysa tanık delili ceza hukukunun en önemli delilidir. Ceza muhakemesi hukukuna göre dolayısızlık ilkesi, yani mahkemenin delilleri kendisinin toplama zorunluluğu, başka bir yöntemle vekil edilemez.

Tanık ifadesi tanığın kendi algısıyla sınırlıdır. Başka bir fikir, çözüm önerisi, değer yargısı veya salt dosya değerlendirmesi buna dahil edilemez. Ancak bu şekilde yorumdan cezaya giden yolu kapatabiliriz.

-Dijital delillerle ilgili birçok dilekçede bulunduk. Orjinallerin tespit edilemediğini, bundan dolayı kopyaların şüpheli olduğuna, üzerinde oynanıp oynanmadığını tespit edemediğimizi söyledik. Mahkeme buna cevap verdi ve dedi ki 'İlkelerin göz ardı edilip edilmediğine, böyle ilkelerin olup olmadığına ve bu davadaki bağlayıcı etkisine yönelik işaretlere rastlanmadı.'

 Tekrar ediyorum; Gerek Amsterdam belgeleri, gerek ise Aşoğlu ve Aşık belgeleri, bunların hiç birinde orijinallerle kopyalar arasındaki örtüşme mahkeme tarafından tespit edilmedi. Dolayısıyla bu belgelerin hiçbiri delil değildir.

-Telekomünikasyon denetim kurallarıyla ilgili dilekçemize mahkeme şöyle cevap verdi; 'Savunmanın dilekçede kullandığı hukuki görüşü yanlıştır. Bu yasalar sadece canlı yapılan denetimler için geçerlidir.' Buna çok basit bir cevap verelim; bu kesinlikle yanlış bir bilgidir. Bu konuda sayısız mahkeme kararı var ve her biri bu kuralların, geçmişte yapılmış telekomünikasyonun da denetlenmesinde geçerli olduğunu söylüyor.

-Gelelim kanıtların serbestçe değerlendirme kuralına. Mahkeme heyeti bu kurala sıkça başvurdu. Oysa bu kuralın da sınırları vardır. Bu kurallar 1- bilimsel bulgular ve 2- temel insan mantığı. Mahkeme heyeti bu sınırları çiğnemiştir, çünkü sözde dijital delilleri bilimsel gerçekleri göz ardı ederek ve mantık dışı değerlendirmiştir. Konuyla ilgili gerek Anayasa Mahkemesinin gerek Avrupa Yüksek Mahkemesinin bütün kararları es geçildi.

Çok zor değil. BSİ (Federal Siber Güvenlik Bakanlığı) bu konuyla ilgili 2005 yılında dijitallerin elde edilmesiyle ilgili yöntemleri belirtmiştir. Bu yöntem de şöyle KORUMA ALTINA ALMAK-DEĞERLENDİRMEK-SUNMAK. Koruma altına alma kısmı ise önceden hazırlanmalı ve sonuçları daha sonra mahkeme huzurunda sunulmalı. Bu davada ise bu hiçbir zaman yapılmadı.

Dijitaller üzerinde çalışanlar şapkadan tavşan çıkaran sihirbaz muamelesi gördüler. O tavşanın nereden geldiği hiçbir zaman sorgulanmadı. Oysa dijitaller ceza hukukunda giderek artan bir öneme sahiptir. O yüzden bu kurallar belirlendi. Ancak bu kuralların hiçbirine uyulmadı.

Dedik ki manipülasyonun ihtimali bile güvenirliği tartışır hale getirir. Örneğin ev baskınlarında birçok dijital veri taşıyıcısı ele geçirilir. Cep telefonları, bilgisayarlar vs. Bu ele geçirme esnasında dijitallerin değerlendirmesi ve yasadışı keşif arasındaki çizgiler bulanıktır. Ele geçirilen dijitallerin manipüle edilmesi ihtimaldir. O yüzden savunma manipüle edilmediklerine dair mahkemeye dayanıklı deliller talep ediyor. Ancak bu davada bu hiçbir zaman yapılmadı.

Dijital deliller eksiksiz ve kesintisiz olmalıdır. Az önce bahsettiğim bütün aşamalar şeffaf olmalıdır, hash değerinden blok zincirine kadar her şey incelenebilir olmalıdır. Üzerinde oynama ihtimali her zaman göz önünde bulundurulmalıdır. Bilirkişiler getirilip dijitaller incelenmelidir. Tüm bunlar yapıldıktan sonra evet mahkeme heyeti kendi değerlendirmesini BSİ kurallarına uygun şekilde tamamlayabilir.

 Çünkü dijital delillerin kurallara uygun kullanımı bu tür mahkemelerde ceza ve delil yetersizliği arasındaki farkı belirler.

Sona geliyorum; Hollanda süreci için müvekkilim hakkında ileri sürülen örgüt üyeliği kanıtlanamamıştır. Delil yetersizliğinden dolayı dosyadan silinmesini talep ediyorum.

2004-2014 arasında tespit edemedik, ancak devam ettiğini biliyoruz dedi savcılık. Bu iddia da kanıtlanamadı.

Özgül Emre'nin bir gazetenin internet sitesinde sorumlu olarak gösterilmesi burada kanıt olarak kullanılacaksa, buna itiraz ediyoruz. Savcılık da bilir ki basın yasasına göre her basın kuruluşu bir sorumlu göstermek zorundadır. Ancak savcılığın burada çizmeye çalıştığı örgüt profiline inanırsak, internet sayfalarında basın sorumlusu olarak gösterilen bir kişinin bu örgütte yüksek seviyeli kadro olması mümkün değildir. Bu çok soyut bir yorumdur.

 Savcılık devamında dedi ki, kodlamaya başvuran kişiler kriminaldir. Peki, o halde ben de kriminalim. Çünkü ben de bütün komünikasyonumu kodluyorum. Hatta her aklı başındaki insan bunu yapıyor. Buradan gizlilik çıkarmak yanlıştır.

2004-2014 yılları arasında örgütten çıktığına dair bilgi yok diyorsunuz, ben de örgüte hiç girmedi diyorum. 2004 yılında iddia edilen yüksek kadro olduğu burada kanıtlanamadı.

Ayrıca burada tek bir tanık yoktu. Hiç kimse dijitallerin nasıl bu mahkemeye ulaştığını bilmiyor. Orijinaller ve kopyalar arasında bir bağ kuramıyoruz. Ancak bunu kanıtlama zorunluluğu savunmada değil, kolluk kuvvetlerindedir. Kanıtlayamadılar.

Savunmamda söylediklerime ve şüpheden sanık yararlanır ilkesine dayanarak müvekkilimin beraatını talep ediyorum.'

Avukat Ahues'un yaptığı savunmadan sonra mahkeme heyeti mahkemeye ara verdi.

Arada ise Özgül Emre mahkemeye katılanlara seslendi. Zafer işareti göstererek 'Yunanistan'da tutuklu olan özgür tutsaklara özgürlük istiyorum. Bu mahkemelerin kararlarını tanımıyoruz. Katillere ceza istiyoruz. Filistin halkını katleden Netanyahu için, Tayyip Erdoğan için, Naziler için bir ceza istiyoruz. Ama biliyoruz ki bu cezayı bu düzen vermeyecektir.

Ama bizler Nürnberg mahkemelerinde nasıl yargıladıysak faşistleri, bugün de bizler Marksist-Leninistler yargılayacağız faşistleri. Haklıyız Kazanacağız!' dedi.

Verilen aradan sonra Serkan Küpeli'nin avukatı Anna Busl savunmasına başladı.

'Meslektaşlarım burada birçok şeyi söylediler. Bunların hepsine katılıyorum. Ben savunmamda federal savcılığın mütalaasına cevap vereceğim. Kısacası çok basittir aslında. Bu 129b davasında polis durumu tespit etmiş. Geriye cezanın belirlenmesi kaldı. Durumu böyle tarif edebiliriz. Yalnız savunma durumu böyle görmüyor ve görülmesine de karşı çıkıyor.

Bu mahkemenin temelini 129b yasası oluşturuyor. Bu yasa genel anlamda problemli bir yasadır. Sadece burada tutuklu bulunan müvekkillerimiz ve geçmişte bu yasanın mağduru olmuş insanlar için değil. Hayır, bu yasa bütün bir toplumu ilgilendiren bir yasadır.

Bu yasa masumiyet karinesini hiçe sayan bir yasadır. Ayrıca bu yasanın uygulanmasına şart koşulan dava açma yetkisi federal adalet bakanlığı tarafından verilmelidir. Bu dava açma yetkisi sadece bağımsız yargıya bir saldırı değildir, yürütmenin yargıya müdahalesi olarak burada çoğu kez bahsedilen yasa devletine aykırıdır.

Savcı Setton bu itirazlarımıza gülünç ve folklorik diyerek elinin tersiyle itiyor ve bu görevine layık olmayan bir davranıştır.

Bu dava açma yetkisinin içeriğine ulaşamıyoruz. İnceleme hakkımız yoktur. Mahkeme de bunu inceleyemiyor. Neden? Oysa yürütmenin her kararı denetime açık ve şeffaf olmalıdır. Peki yürütmenin bu kararı neden denetlenemiyor? Bu konuda neden açıklık yoktur?

Yürütmenin, yani mevcut hükümetin verdiği bu dava açma yetkisi zaten kendi içinde bir ön yargılamadır. Buna itiraz etme şansımız ise yoktur.

 2. Direnme hakkı öyle savcının yaptığı gibi küçümsenecek bir şey değildir. Benim sanata, özellikle resimlere bir eğilimim var. 'Toplumun temel direkleri' isimli bir çizim vardır. İlgisiz bir izleyici bu resimden çok bir şey çıkaramaz. Ama benim için o resim bir toplumun somut koşullarını gösteriyor. Peki bu resmi Türkiye Cumhuriyeti’ni temel alarak çizmiş olsaydık, nasıl bir tabloyla karşı karşıya olurduk? Şüphesiz demokrasi tablosu olmazdı. Bizim faşizm diye tanımladığımız, en azından ise adaletsiz bir devlet tablosu çıkardı. Hukuk dışı katliamlar, sistematik işkence ve bütün devletin tek bir adamın elinin altında olması çıkar tabloda.

Savcı diyor ki direnme hakkı; Direnişin ancak eski toplumu geri getirmeye yönelik olduğunda geçerlidir. Bunu sayısız mahkeme kararları yalanlıyor. Çünkü direnme hakkı direnişin ne için olduğuna değil, neye karşı olduğuna yöneliktir. O yüzden direnişçinin ne istediği değil, neye karşı direndiği önemlidir.

129b yasası somut bir suçu veya tehlikeyi cezalandırmak için değildir. Tam tersi soyut ve sürekli bir tehditte karşıdır. Hiçbir somut suça ihtiyaç yoktur. Farklı bir deyimle; 129b yasası olmasaydı, Serkan Küpeli bugün burada değil, evinde oturur olacaktı.

Küpeli bu mahkeme boyunca açıklamalarda bulundu. Kendi kişisel geçmişini anlattı. Nasıl politikleştiğini, bu süreçte akrabalarının, özellikle amcasının üzerinde büyük etkisi olduğunu anlattı. Tutuklanmadan önce hem öğrenciydi hem de çalışıyordu. Ne yapmış müvekkilim?

Elbette suçlamalara da değindi müvekkilim. Birçok suçlama hakkında 'evet, ben bunları yaptım' dedi. Mahkeme heyeti bunun için 'zaten açık olan şeyleri kabul ediyor' dedi. Ancak zaten onun dışında suçlama da yok ki. Nedir suçlama? Dernek faaliyeti, konserler, uyuşturucu ve sosyalizm konulu eğitim çalışmaları, yürüyüşler, gazete dağıtımı, tatil kampları. Müvekkilim bunları ne burada ne de hayata geçirdiği zaman gizlemedi ki. O yüzden kolluk güçleri Google'de bir tıkla tespit edebildiler bunları. Çünkü gizli saklı değildi. Müvekkilimin sonuna kadar savunduğu şeyler bunlar.

Biz savunma olarak direnme hakkına dayanarak, örgüt üyeliğinin kanıtlanmadığından dolayı, müvekkilin ailevi durumundan kaynaklı, 2,5 senedir içinde bulunduğu ağır tecrit koşullarından dolayı ve sözde son faaliyet tarihi olarak kabul edilen günden tam 6 sene sonra açılan davanın gecikmişliğinden dolayı müvekkilimizin beraatini talep ediyoruz.

Şayet mahkeme ceza vermekte ısrar edecekse, müvekkilimizin ailevi durumu ve yaşadığı ağır tecrit koşulları göz önünde bulundurularak tutukluluğunun derhal kaldırılmasını ve tek bir gün daha cezaevinde kalmamasını talep ediyoruz.

Sonuç olarak şu soruyu sorarak bitirmek istiyoruz; Asıl tehlike kimden geliyor? Faşist, adaletsiz bir devlet olan, sokak ortasında insan katleden, tutsaklara sistematik işkence uygulayan Türkiye Cumhuriyeti mi tehlikelidir, yoksa müvekkilimiz mi tehlikelidir?

Anna Busl'un yaptığı savunmadan sonra duruşmaya son verildi. Duruşma salonu boşaltılırken Özgül Emre zafer işareti göstererek gelen herkesi selamladı, faşizme karşı mücadeleyi yükseltme çağrısı yaptı.

Bir sonraki duruşma 4 Kasım Pazartesi, saat 11'de olacaktır. Tüm halkımızı duruşmalara katılmaya, emperyalizmi tutsaklarımızla birlikte yargılamaya çağırıyoruz!

Devrimci Tutsaklar Onurumuzdur!

Özgül Emre, İhsan Cibelik ve Serkan Küpeli Serbest Bırakılsın!

Devrimcilik Yapmak Suç Değil Görevdir!

Faşist 129ab Yasaları Kaldırılsın!

[blogger]

Author Name

Halkın Sesi TV

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.